4 Aralık 2010 Cumartesi

Rengarenk Buzullar & Penguenler



Işıklar renkler sakatlar engelliler, embesiller, arsızlar, erdemliler, köpekler, yavşaklar, pasaklılar, yüksekler ve yüksekler. Hep yükseklerde gezinen o renkler, o ışıklar, kanalizasyonlar, uyuşturucunun damarlara yayılışında kayan ruhlar, geçip giden anılar, parlak anlatımlar. Duran zaman ve orada yağmurun altında bekleyen sırılsıklam aç, bitkin, yorgun ruh.

Sadakatsiz bir köpek ve ardında kalan şarap taneleri, yakılan sigaranın içindeki ot parçaları, tamamen olgun, şerefli bir seremoni. Ölüme davet, kesilen arzuların çığlıkları.

Kapanan bulutlar, serpilen damlalar, hepsinin içinde yankılanan aynı melodi, mantarın damarlarda gezinişi ve dizginlenemeyen tutku. Bir ahıt, bir çağrı, sessizliğin içinde deliriş, çınlayan çaresizlik, hepsinin oluşturduğu iksir, pisliğin çorbası.

Harabelerin gri tonu, yeniden kurulan bir medeniyet, varlığın ışıltısı, yokyerin anahtarı, kişiliğin kırılganlığı. Hepsinin bittiği yerdeki yeniden başlayış ve kaçınılmaz kısır döngü. Tane tane çarpan zamanın yavaşlaması, sakinleşen, nefes alan anıların hakimiyeti. Bir ölüm senfonisi, beşikteki yıldızların gülüşü.

Acı dolu, zevklerin köşkü bir vadi, boşluğun bağrışı, bir uğraş, havadaki çırpınışlar. Ve zihni yavaşlatan, uyuşturan o melodi. Hiç duyulamayan inilti, bir son, her şeyin, evrenin, sonsuzluğun bitimi.

Bir an, zamanın durduğu, yerlere serildiği teslimiyet..

Bir keman yayının tellere sürtünüşü ve damarlarda akan çaresizlik. Sonun ritmi.

Yaşadığım, nefes aldığım saniyelerin evrene sunduğu ışıltılı, küçük gösteri...

30 Ekim 2010 Cumartesi

Siyah Latte



Mart ayının havasına göre ılık kaçan o hoş yağmurlarını, sevecen esintilerini çok seviyorum. Kış aylarının ders niteliğindeki ayazlarından sonra insanın altında yürümek isteyeceği ılık yağmurlardan bahsediyorum. İngiliz gitar rifleri eşliğinde kahve damlalarının yudumlandığı hissel yağmurlardan.

Anlık tutkuların alevlerinde, bahardaki yeşilliklerin müjdelendiği bu su damlaları güruhu, insanı oturduğu yere adeta sabitler. Çarpınca parçalanan damlalarının altına davet eder ve cüretkar yaşam pozları sunar. Tüm karamsarlığıyla acımasız gerçeklik olan ölümü duygularla yükler, belki de anlamlandırır.

Bu ayda gözlerini Dünya'ya açanlar hep o ılık duygularla kalırlar, tüylerinin aralarındaki beneklere kadar tutkuyu keşfe çıkarlar. Seksi bir danstır, insanı mistik renklerin tablolarına koyverir. Ruhlarını ise şefkatle giydirir bu ayın sahipleri. Marhem perspektiflerinde siyah kahvenin çağrısını dinler, onunla dertleşirler. Karşılarındakine nemli gözlerle, andan aldıkları keyfi tattırırlar, ve hep sıcaktırlar. Soğuk olan evrenin mekanizmidir, onların ruhu değil.

Bir tutkudur bu. Dışı serin, içi ılık siyahlıktır.

19 Ekim 2010 Salı

Varoluş Basıncı


Florasan lambalarının arsız ışıklarıyla yerkürenin derinliklerine açılan tünellerde inerken, yanımdaki dostuma gülümseyerek bir takım hislerimi açtım. O anda ona yaşadığım algı akışını anlatırken anlattığım dünyada gezintiye çıkmış olduğumu fark etmem pek de uzun sürmemekle beraber beni son derece ürküttü de.

"Bazenleri yaşadığım saniyeleri üç boyutun dışında hislerin yönlendirdiği bir doğrultuda yaşıyorum" dedim, nitekim öyleydi de. Ama daha da önemlisi, varlığı üçüncü boyut ve zamanın katıldığı bir paralel evrenden algılıyor olduğum hissinin her bir kılcal damarıma atlamasıydı. Ortada acımasız bir katil vardı, ölüm gerçeği. An'ı geri alamayacak olduğum gerçeği ve ben var olsam da, olmasam da ve ben yok olduktan sonra da olacak olan o ışıldayan zaman nehirleri. Evrenin cüretkar coğrafyalarında yılan gibi kıvrılan o zaman yolları. Suyun üst kademeden alt kademeye akarken bulduğu yolları kullanması gibi, öz bir zaman hissiyatının da evrenin bu atardamarlarında birbirlerinden farklı görünse de aynı referansla aktığı hissi. Biraz daha şanslı olsam belki de metro florasanlarından çıkan ışığı etrafa bileşenleri olan renklere ayırıp süzecektim.

Gördüğüm cisimlerin birbirlerinden keskin ayrımları, ağırlaşan hareketleri ve kalbimin atışının ağırlaşması seansında gerçekleşen bilimum saniye selleri sanki o anda var olmuyormuş olduğum hissini zihnime yerleştirmeye çalışıyor gibiydi. Ölüm ise sadece irademin zaman şelalelerinden yuvarlandığı an olabilirdi ancak. Bu ürkütücülüğü oranında merak uyandırıcıydı da. Göğsümde akciğerlerimi hissetmeye başlamam, gözlerimi kapatıp duyduğum frekansları ayırt etmeye çalışmam, ve bütün bunları istemsizce doğaya boyun eğerek yaşamam ender rastlanan bir onur olsa gerek.

Duyular ürkünç olduğu kadar cüretkardı da. Beni her seferinde hiç keşfetmemiş olduğum harikalar coğrafyasına davet ediyorlardı adeta, tüm bunlar için varlığıma minnettar olabilirim,

Egoların silindiği bu hissel algı boyutlarında bir insanın başına gelebilecek en cüretkar, en çıplak, yalın anlatım ise şırıl şırıl akan saniyeleri seyretmek.

15 Ağustos 2010 Pazar

Rouge



Kasvetli köprüaltlarında, kızıla çalan gün batımlarında, Paris'in tozlu metro tünellerinde, Door'un gözlerinde ve belki de deniz atlarının sallanışlarında aradığım esintiydi bana kırmızımsı görünen, eflatunla arasında kalan tonuydu. Bilemiyorum, ancak bu sabah hiç bilmediğim bir şehrin bilmediğim bir yatağında uyandığımda gördüğüm duvarların rengiydi bu.

Gece boyunca sağanak yağmurun altında saatlerce gidilen yollar, sadece ormanlar ve ovalarla çevrilen düş haritalarında pergeliyle hayallerini çizen gezgin gibi hissettiriyordu kendimi. Camdan bakıp ufuktaki grimsi gökyüzüyle simsiyah yerkürenin birleşimi, çam ağaçlarının keskin gölgeleri zamanda çok gerilerde, paralel zihinlerde kaybolmuş zamanlara yönlendiriyordu tüm bünyemi. Eski çağların iksirleriymişçesine içtiğim içkim boğazımı yakıyordu.

İlerlediğimiz yolun sürekli dönen virajları tavşan deliğine yuvarlanan Alice gibi kendi harikalar diyarıma düşürüyordu beni adeta, midem bulanıyor, meraktan tüm duyularımı kesiyordum nahoşça.

Gittiğimiz kasabada bir başımıza ormanda yürürken, bir kaç yüz tane farklı suratın farklı ruh hallerinde dans ettiği toplu ahlaksızlık ayininde buldum kendimi, her şey çok kırmızının şehvet tonlarında, asiydi. Hünkarca devrilen içkiler, etrafında toplanılan ateş gibi ruha kadar yakıyor, kendimi kaybettiğimi hissettiriyordu.

Sabah kalktığımda gördüğüm duvarlar, demirlere asılmış kızılderili okları, tüyler, posterler dışında hala zihnimi kurcalayan o renk vardı retinamda, o eflatunla kırmızı arasındaki şehvet kirazı.

Yaşadığım bir başka ekşi kırmızı bir şekerleme. Tarçınlı, sürreal bir süzülüş.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Aylak Ruhlar Valsi



Erotizmin doyurduğu yağmurları yüzüme yüzüme çarpmak, buz gibi bedenlerden sıyrılarak yürümek, bunları alkolün beyin damarlarının her birinde ilerleyişi esnasında gerçekleştirmek, sevgi dolu yüzlere gülümsemek, karşılık beklemeksizin kendini elevermek.

Zamanın döküldüğü bardaktaki sıçrayan damlalara zıplarken dünyaya tanrı olarak gelmek, evrenin süregelimini sinirlerimin uçlarında hissetmek, dökülen saniyeleri bir bir toplarken "o"nu aklıma getirmek.. Tek gerçekliğin binbir parçaya bölünmesi, aksiyomların zayıflaması, sinirlerin uyuşması diyebilirim sabaha karşı ortaçağ'dan kalma bir bit pazarının taşlarında fülüt çalan çocuğu izlemek. Kendisi ki o lanetlenmiş ruhların arasında bir dolunay, varlığın simgelendiği savaşın kabullenebilir yansıması.

Kuklayken efendi olacak, kuzuyken aslanın üstesinden gelecek bir yürek, bağımsızlık şarabında yıkanan abzürdism. Çıldırmış gözlerin daralan gözbebekleri.

Tutkunun aynaya yansıması, zevklerin keşfi, kainatın acizliği. Bir bedene yüklenen yüz bedenlik acı, yakarışın gözlerden süzülen yaşları.

Seçkin melodilerdeki basit şehvet, karların altında yazılmış bir veda senfonisi.

Sanat belki de, Eczacıbaşı'nın söylediği gibi; kaba gerçekliği kabullenebilir kılan sanat.. Ahlaksız ruhların tutkulu valsi, tökezleyerek, zevkle koşulan bir araftan notlar.

Yıkılan köprülerin ardındaki yükselen erdemler.

6 Haziran 2010 Pazar

Tuval Bulutları





Yağmurlu sokaklardaki ıslak köpekler gibi aydınlanıyor insan zevkleri, zamanın sarkaçlarını boyunlarında hissederek gelişiyor çelimsiz ruhlar.

Bebekliğimi, çocukluğumu düşler oluyorum mumun şarapla zarif valsinde, o saf sırıtışları, kar toplarını attığım baklava desenli yün eldivenlerimi, anneme ağaçların arasından fırlayıp sarılışlarımı. Kreşde pastel boyalarla balık çizip o boyalarla tişörtümü flört ettirmeyi, üzerime gelen korkunç büyük egzoslu canavarları, metal yığınlarını, ilk aşık olduğum kıza hediye olarak aldığım papatyadan tacı kız camdan atınca döktüğüm göz yaşlarımı saklıyorum yeraltımdan kağıtlarda. Ruhumun üfleyerek çıkarttığı anı baloncuklarını başka bir boyutta, başka bir zamanda uzun uzun seyredip sakince avucuma kondurmak duyularımı damlalar halinde yere çarptırıyor. Boyutlarını anlayamadığım evrende kendisini bulamadığım bir kum tanesi olmak yaşadığım her saniyeyi anlamlı kılıyor, hissettiriyor.

Canlılığımın her saniyesinde renklerin içinde yüzüyor, yaşamımın tablosuna ince fırça darbeleri konduruyorum.

Fısıltılarla saydamlaşan siyahı nefesimle aydınlatıyor, tanrı gibi hissederken hiç bir yol olmadığını görüyorum.

Şelaleden atlayan damlacıklardan biri olarak serbest düşüşün keyfini sürüyor, zamanı içime çekiyorum; her anında kılcal damarlarım genleşiyor, bir sonraki farkındalığı yaşıyorum. Akan sürecin sevdiği şarkıları söylerken küçük gözlerim olgunlaşıyor, tenimin her noktası gerçekliğe alışıyor.

Perspektifler etrafımı sarıyor, yeraltına kaçışıyor. Herkesden uzaklaşarak, doğayla birleşiyor.

Saniyeler hayal gücümün bulutları olarak tenime, varlığıma saklanıyor.

Erdemlerim Pandora'nın kutusuna geri dönmek istiyor.

13 Nisan 2010 Salı

Aksak İlüzyonlar



Göz kapaklarının ilk aralanışında, o ilk görsel "an"da, ışığın göz bebeklerinin bakirliğine ilk yolculuğu; perspektifler denizine ilk atlayış, ürperti ve algıları patlatan bir şok.

Kare kare geçen saniyeler ve yavaşça inen yağmur damlalarının mayışıklığı.

Kum saatinde inen bulutlar; çanlardan yayılan, her tarafı saran soykırım fişekleri. İnsan olmanın verdiği acıların küstahlığı, utanmazca ruha atılan tokatlar. Varlığa işlenen günahların sayfalarca yere dökülen manifestoları, bir bebeğin her geçen saniye delik deşik edilen saflığı. Kar tanelerinin dinginliği; ağaçların aryaları.

Boyutların arasında kayboluş, bir tutam dumanın dudakların arasından salıverilmesi. Saniyelere yayılan kırbaç sesleri, büyük trajedi; mutlak sonun her kılcal damarda hissedilmesi.

Yıldızlar kadar yakın gerçeklik kadar uzak bir canlılığın evreleri. Bir bütünü oluşturan, ruha renklerini veren duygu kolajları.

Aksak giden ilüzyonlarda bir yaşam. Çaresizce koşmak, nefessiz kalmak belki de.

11 Nisan 2010 Pazar

Istanbul



Kısacık yaşamımın kısacık merdivenlerini çıktığım, her karışı hayran olunası, kendine has, şarap kadar keskin ve hoşnut kokusu olan bir şehir var küçük yerküremizde. Duvarlarına baktıkça geleceğin ışığıyken umutsuz hayallerin kurbanı olmuş sesleri duyarsınız, ara sokaklarında ihanete uğramış taşları, yalnız kalmış hamamları karşılar sizi. Çektiği havayı hisseden, "an"ı kovalayan bünyeler bu tozlarda yaşamı bulurlar, sessizce bu şehirle konuşurlar.

Bu güne kadar gezdiğim şehirlere baktıkça bu şehir için bir okadar üzülüyorum. Londra güç, Roma tarih, Paris sanat, Frankfurt mekanizm, Venedik romantizm, Viyana zarafet, Amsterdam özgürlüktü. Bu şehirde bu tuvallerin hepsi kullanılmıştı, onlarda olmayan bir anlatım çıkmıştı ortaya; tutkulu bir masalsılık. Görenlerin yaşlandığı, aşkın saçmaladığı, zamanın sessizleştiği bir tabloydu bu şehir.

Üzerindeki milyonlarca keneye kan yetiştirmeye çalışırken, an be an ölürken, uzuvları koparılırken bile güzel kalmayı becerebiliyor, masallarını ışıldayan ruhlara anlatmak için elinden geleni yapıyor. Güneşin batışı gibi ölüme koşan bir ışık rengi alıyor, yanaklarını kızartıyor utangaçlığıyla.

O hala saflığını korumaya çalışıyor, ama acımasızca tecavüze uğruyor.

Üzülüyorum İstanbul...

1 Nisan 2010 Perşembe

Sürgün



Bedenle ruhun, saygıyla şefkatin, zamanla canlılığın, hislerle anlayışın, gerçeklikle hayallerin arasında hep büyüyen, hiç azalmayan, dinmek bilmeyen arsız bir sürgün belki de yaşamak. Öyle ki insan psikolojisinin derinliklerinde dümeni kırılan bedenlere dönüyoruz bunları görünce, hemen kaçıyoruz; saklanacak delikler arıyoruz kendimize.

Tuvalin üzerinde kayan yağlı boya taneleri gibiyiz. Doğa'nın ressamlığına baktıkça gözleri dolan, evrende kaybolan bilyeler gibidir ince ruhlarımız..

Omuzlarımızdaki egoyu silkmeye çalışır; toplum denen dil, ağız ve göz üçgenine kaçamak bakışlar atarız, korkarız belki de. Ama onlardan değil, algı prizmalarımızdan, gerçeğe yaklaşımımızdan çekiniriz aslında. Hazır değilizdir insan olmaya, varlığımızı onurlandırmaya ve belki de tutku şelalelerinin altında yıkanmaya. Gerçeklik bizi kabul ettikçe biz sineriz bir köşeye, kedi fare oyununa dönüşür "an" lık yaşantımız.

Her bir saniyeyi, her bir nefesi hissedebilen bir göze bakmak, bir insanı delip geçen o içten sevgiyi tatmak insanlığın belki de yegane besini, gerçekliğe karşı eroinidir. Ter damlasının değirmenin bir tahtasından diğerine dökülen nehir suları gibi karşı bedenin burnuna damlaması belki de ölünesi bir andır aciz bedenlerimiz için.

Bir saniyeyi geri alamadığımız, arsız bir süreç içinde tükettiğimiz kıymetli zamanımız; ruhlarımıza, tutkularımıza, içimizdeki şefkate belki de benliğimize uyguladığımız acımasız bir sürgün halini alıyor. Farkındalığın buz gibi soğuğunda içimizi ısıtan, ılık bir canlılık arıyoruz, benliğimizin ikizini bulduğumuzda ise bundan korkup acımasızlığın içinde kaybediyoruz kendimizi.

Üzülen bizler, üzülen narin doğa oluyor.

Varlığa karşı uyguladığımız acımasız sürgün her saniye devam ediyor.

9 Mart 2010 Salı

Silver Haze



Bugün Kadıköy iskelesinde her bir bronşuma kadar içimi donduran bir soğuk vardı, bana göre Mart ayı için alışılmışın dışında bir esintiydi kendisi. Titreye titreye yürürken etrafımı da istemsizce, zevksizlik içinde seyredecek zamanı buldum. "Kadınını (malını)" vedalaşmadan önce duvara dayayıp öpmeye çalışan bir gerzeği, ellerinde iddiaa kuponlarıyla ceplerinde beş kuruş olmaksızın koşturan veletleri, ağzından salyalar akarcasına etraflarından geçen kalçalara dadanan namus bekçilerini izledim. Bu pisliğin içinde gezinirken ardımda bıraktığım hoş, sevimli bir yüzü anımsayıp gülümseyebildim sadece, kimseler bilmiyordu yüzümdeki gülümsemenin nereden geldiğini, ardından ruhumda nerelere gidebileceğini.

Ardımda bıraktığım sevimli yüz neydi peki? O anda yolda trafik ışıklarını bile zar zor görebileceğim kadar parlaktı; neşe ve hüznün içinde bir tebessüm, bir düş müydü? Yoksa benim kendi kendime uydurduğum masaldan bir parça mı..

Belki de hiç biri değildi; o sadece gerçeklikti ve zaman kadar duruydu o "an"da; bir haykırıştı, ela bir fısıltıydı. Damarlarında gözyaşları dolaşan, küçük bir çocuğun patlattığı kahkahaydı. Korkularımdı, aynı zamanda en büyük ümitlerim. Sessiz bir bahardı belki de, veya görmek için yırtındığım kişiliğimdi. Saf bir sesti, bir titreşim. Yıldızlar kadar derin, onlar kadar yalnız ve göz açıp kapandığında yokolacak kadar cılız. Tek dileği özgürlüğü olan bir serseriyken bir okadar da ruhuna hakim bir vals ritmiydi. Kar taneleri kadar sakinken, sağanak kadar hareketliydi..

Gözleri parlak parlak, salyaları içinde gülen bir bebekti o.

4 Mart 2010 Perşembe

An




Bilinç denen mantık ve duygu terazisinin herhalde yegane zaaflarından biri son derece saydam oluşu, öyle ki ardındaki hemen her ışığı geçirebiliyor. Algılarımızı yöneten renklerin ruhumuzdaki yansımaları, bilincimizden nasıl geçtikleriyle son derece alakalı. Hissedilen veya görülen her hangi bir görüntünün; her hangi bir anın ruhumuzda uyandırdığı yankılar, zamanın içinde bir noktaymışçasına sonsuz uzun sürede ve kısalıkta gerçekleşebiliyor. Kurulan bir etkileşimin bünyemizde alınan hazzı bu noktaların kaçının farkında olmamızla alakalı biraz da.

Karşımdaki insanın sohbet anında bir "an" durması, ince, yavaş yavaş göz bebeklerini küçültüp önündeki masada sigarasını kesmesiyle başlayan bir süreçte, canının onu çekişini izlemenin tadı bambaşka oluyor. Önce sakin, durağan bir nefes alıyor ve işlemlerine başlıyor. Konuştuğum kelimelerin o "an" da sigaraya yönelen algılarında oluşmuş duvarlara çarpışlarını, kırıntılar halinde zihninin yerlerine döküldüklerini "an" be "an" izlemek, ellerine sigarasını alıp gözlerini ona odaklayıp çakmağı çakmasını, bundan aldığı minimal ama pek yükseklerdeki keyfi görmek gerçekten de inanılmaz. Zamanın yavaşladığı (bir okadar da hızlandığı) bu tatmin "an" ında kendisinin ilk nefesi çekişini, söylediğim kelimeleri "gerçekten" dinlermiş gibi yapıp bana bakarken gözlerini kısıp zihninden o dumanı geçirişini izlemek, yavaş yavaş dumanı çıkarmasını görmek çok etkileyici. Bahsettiğim olay kolumdaki saat tarafından üç dört saniye olarak belgelense de bilincimde öyle olmayabiliyor. Kendisine ait renkler, ışıklar o sürenin düzleminde düşmüyor, benim yönettiğim bir kırılmayı yaşıyor. Ve nefesini verdikten sonra beni dinlemeye devam ediyor, ben de konuşuyorum..

Peki o konuşurken ben ne mi yapıyorum? Önümdeki sigaraya kaçamak olduğu kadar masum bir bakış atıyorum..

28 Şubat 2010 Pazar

Renkler, Zevkler ve Düşler




Bildiğim kadarıyla insan gözünün görebildiği yedi milyon renk var, ancak kaç tanesini biliyoruz, bilmenin de ötesinde kaç tanesinin farkında olduğumuzu zannediyoruz bilmiyorum. Sıradan bir beyin bahsi geçen soru kendisine sorulduğunda beş on renkden ötesine geçemeyecekken, yaşamın sayısız notalarını keşfe çıkmış biri aynı cevabı mı verecek?

Nasıl bir kemanın sapında sonsuz tane farklı ses varsa, insan gözüne giren renklerin yarattığı boyutlarda farklı algı algoritmaları oluşamaz mı? Yenilen yemeğin içine dökülen tuzun her bir tanesinin tada uyguladığı değişim hissedilemez mi? Veya operayı söyleyen sopranonun duygularının ağzından çıkan notalara etkisi kulak tarafından fark edilemez mi? Esen rüzgarın tene çarpışında, rüzgarın sahip olduğu ahenk dinlenilemez mi? Ya bir insan, zevklerinin sınırsızlığını göremez mi?

Mantığının, hislerinin, kişiliğinin ve potansiyelinin minik yüzdelerde sürünen kısmını kullanan insanlar için belki imkansız olabilirdi bunlar. Belki o yüzde yükseltilebilir, bilinç denen ucu belirsiz dağa tırmanılabilirdi. Gelgelelim Alice'in harikalar diyarında yaşayan insanlar için bunlar çok da imkansız yargılar değil, bu diyarların insanları alt kademelerdeki kömürleşmiş zihinlerin arasında tiksintiyle yaşarken, bir diğer yandan da varolan sayısız renkleri görebilmek için uğraşıyorlar. Ellerinde tuttukları minimal bir ışık ile etraflarındaki kömür örtüsünde yollarını bulmaya çalışırlarken, tabuların islerini temizleyip gerçekliğin taşlarına kavuşmak ise ellerindeki bilumum hayal.

Kullandıklarları fırçalar ve yaktıkları ışıklar ise tek bir şeyden ibaret; tutku.