1 Nisan 2010 Perşembe

Sürgün



Bedenle ruhun, saygıyla şefkatin, zamanla canlılığın, hislerle anlayışın, gerçeklikle hayallerin arasında hep büyüyen, hiç azalmayan, dinmek bilmeyen arsız bir sürgün belki de yaşamak. Öyle ki insan psikolojisinin derinliklerinde dümeni kırılan bedenlere dönüyoruz bunları görünce, hemen kaçıyoruz; saklanacak delikler arıyoruz kendimize.

Tuvalin üzerinde kayan yağlı boya taneleri gibiyiz. Doğa'nın ressamlığına baktıkça gözleri dolan, evrende kaybolan bilyeler gibidir ince ruhlarımız..

Omuzlarımızdaki egoyu silkmeye çalışır; toplum denen dil, ağız ve göz üçgenine kaçamak bakışlar atarız, korkarız belki de. Ama onlardan değil, algı prizmalarımızdan, gerçeğe yaklaşımımızdan çekiniriz aslında. Hazır değilizdir insan olmaya, varlığımızı onurlandırmaya ve belki de tutku şelalelerinin altında yıkanmaya. Gerçeklik bizi kabul ettikçe biz sineriz bir köşeye, kedi fare oyununa dönüşür "an" lık yaşantımız.

Her bir saniyeyi, her bir nefesi hissedebilen bir göze bakmak, bir insanı delip geçen o içten sevgiyi tatmak insanlığın belki de yegane besini, gerçekliğe karşı eroinidir. Ter damlasının değirmenin bir tahtasından diğerine dökülen nehir suları gibi karşı bedenin burnuna damlaması belki de ölünesi bir andır aciz bedenlerimiz için.

Bir saniyeyi geri alamadığımız, arsız bir süreç içinde tükettiğimiz kıymetli zamanımız; ruhlarımıza, tutkularımıza, içimizdeki şefkate belki de benliğimize uyguladığımız acımasız bir sürgün halini alıyor. Farkındalığın buz gibi soğuğunda içimizi ısıtan, ılık bir canlılık arıyoruz, benliğimizin ikizini bulduğumuzda ise bundan korkup acımasızlığın içinde kaybediyoruz kendimizi.

Üzülen bizler, üzülen narin doğa oluyor.

Varlığa karşı uyguladığımız acımasız sürgün her saniye devam ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder