11 Nisan 2010 Pazar

Istanbul



Kısacık yaşamımın kısacık merdivenlerini çıktığım, her karışı hayran olunası, kendine has, şarap kadar keskin ve hoşnut kokusu olan bir şehir var küçük yerküremizde. Duvarlarına baktıkça geleceğin ışığıyken umutsuz hayallerin kurbanı olmuş sesleri duyarsınız, ara sokaklarında ihanete uğramış taşları, yalnız kalmış hamamları karşılar sizi. Çektiği havayı hisseden, "an"ı kovalayan bünyeler bu tozlarda yaşamı bulurlar, sessizce bu şehirle konuşurlar.

Bu güne kadar gezdiğim şehirlere baktıkça bu şehir için bir okadar üzülüyorum. Londra güç, Roma tarih, Paris sanat, Frankfurt mekanizm, Venedik romantizm, Viyana zarafet, Amsterdam özgürlüktü. Bu şehirde bu tuvallerin hepsi kullanılmıştı, onlarda olmayan bir anlatım çıkmıştı ortaya; tutkulu bir masalsılık. Görenlerin yaşlandığı, aşkın saçmaladığı, zamanın sessizleştiği bir tabloydu bu şehir.

Üzerindeki milyonlarca keneye kan yetiştirmeye çalışırken, an be an ölürken, uzuvları koparılırken bile güzel kalmayı becerebiliyor, masallarını ışıldayan ruhlara anlatmak için elinden geleni yapıyor. Güneşin batışı gibi ölüme koşan bir ışık rengi alıyor, yanaklarını kızartıyor utangaçlığıyla.

O hala saflığını korumaya çalışıyor, ama acımasızca tecavüze uğruyor.

Üzülüyorum İstanbul...

1 yorum:

  1. bunca izdirap ceken nice insan var. Bunca izdirap bir cozumu getirmeli degilmi. Antep sehir belediyeciliginde kale cevresinin cok guzel restore edilip eski haline donduruldugunu ve eski canliligini kordugunu gordum.

    YanıtlaSil