13 Nisan 2010 Salı

Aksak İlüzyonlar



Göz kapaklarının ilk aralanışında, o ilk görsel "an"da, ışığın göz bebeklerinin bakirliğine ilk yolculuğu; perspektifler denizine ilk atlayış, ürperti ve algıları patlatan bir şok.

Kare kare geçen saniyeler ve yavaşça inen yağmur damlalarının mayışıklığı.

Kum saatinde inen bulutlar; çanlardan yayılan, her tarafı saran soykırım fişekleri. İnsan olmanın verdiği acıların küstahlığı, utanmazca ruha atılan tokatlar. Varlığa işlenen günahların sayfalarca yere dökülen manifestoları, bir bebeğin her geçen saniye delik deşik edilen saflığı. Kar tanelerinin dinginliği; ağaçların aryaları.

Boyutların arasında kayboluş, bir tutam dumanın dudakların arasından salıverilmesi. Saniyelere yayılan kırbaç sesleri, büyük trajedi; mutlak sonun her kılcal damarda hissedilmesi.

Yıldızlar kadar yakın gerçeklik kadar uzak bir canlılığın evreleri. Bir bütünü oluşturan, ruha renklerini veren duygu kolajları.

Aksak giden ilüzyonlarda bir yaşam. Çaresizce koşmak, nefessiz kalmak belki de.

11 Nisan 2010 Pazar

Istanbul



Kısacık yaşamımın kısacık merdivenlerini çıktığım, her karışı hayran olunası, kendine has, şarap kadar keskin ve hoşnut kokusu olan bir şehir var küçük yerküremizde. Duvarlarına baktıkça geleceğin ışığıyken umutsuz hayallerin kurbanı olmuş sesleri duyarsınız, ara sokaklarında ihanete uğramış taşları, yalnız kalmış hamamları karşılar sizi. Çektiği havayı hisseden, "an"ı kovalayan bünyeler bu tozlarda yaşamı bulurlar, sessizce bu şehirle konuşurlar.

Bu güne kadar gezdiğim şehirlere baktıkça bu şehir için bir okadar üzülüyorum. Londra güç, Roma tarih, Paris sanat, Frankfurt mekanizm, Venedik romantizm, Viyana zarafet, Amsterdam özgürlüktü. Bu şehirde bu tuvallerin hepsi kullanılmıştı, onlarda olmayan bir anlatım çıkmıştı ortaya; tutkulu bir masalsılık. Görenlerin yaşlandığı, aşkın saçmaladığı, zamanın sessizleştiği bir tabloydu bu şehir.

Üzerindeki milyonlarca keneye kan yetiştirmeye çalışırken, an be an ölürken, uzuvları koparılırken bile güzel kalmayı becerebiliyor, masallarını ışıldayan ruhlara anlatmak için elinden geleni yapıyor. Güneşin batışı gibi ölüme koşan bir ışık rengi alıyor, yanaklarını kızartıyor utangaçlığıyla.

O hala saflığını korumaya çalışıyor, ama acımasızca tecavüze uğruyor.

Üzülüyorum İstanbul...

1 Nisan 2010 Perşembe

Sürgün



Bedenle ruhun, saygıyla şefkatin, zamanla canlılığın, hislerle anlayışın, gerçeklikle hayallerin arasında hep büyüyen, hiç azalmayan, dinmek bilmeyen arsız bir sürgün belki de yaşamak. Öyle ki insan psikolojisinin derinliklerinde dümeni kırılan bedenlere dönüyoruz bunları görünce, hemen kaçıyoruz; saklanacak delikler arıyoruz kendimize.

Tuvalin üzerinde kayan yağlı boya taneleri gibiyiz. Doğa'nın ressamlığına baktıkça gözleri dolan, evrende kaybolan bilyeler gibidir ince ruhlarımız..

Omuzlarımızdaki egoyu silkmeye çalışır; toplum denen dil, ağız ve göz üçgenine kaçamak bakışlar atarız, korkarız belki de. Ama onlardan değil, algı prizmalarımızdan, gerçeğe yaklaşımımızdan çekiniriz aslında. Hazır değilizdir insan olmaya, varlığımızı onurlandırmaya ve belki de tutku şelalelerinin altında yıkanmaya. Gerçeklik bizi kabul ettikçe biz sineriz bir köşeye, kedi fare oyununa dönüşür "an" lık yaşantımız.

Her bir saniyeyi, her bir nefesi hissedebilen bir göze bakmak, bir insanı delip geçen o içten sevgiyi tatmak insanlığın belki de yegane besini, gerçekliğe karşı eroinidir. Ter damlasının değirmenin bir tahtasından diğerine dökülen nehir suları gibi karşı bedenin burnuna damlaması belki de ölünesi bir andır aciz bedenlerimiz için.

Bir saniyeyi geri alamadığımız, arsız bir süreç içinde tükettiğimiz kıymetli zamanımız; ruhlarımıza, tutkularımıza, içimizdeki şefkate belki de benliğimize uyguladığımız acımasız bir sürgün halini alıyor. Farkındalığın buz gibi soğuğunda içimizi ısıtan, ılık bir canlılık arıyoruz, benliğimizin ikizini bulduğumuzda ise bundan korkup acımasızlığın içinde kaybediyoruz kendimizi.

Üzülen bizler, üzülen narin doğa oluyor.

Varlığa karşı uyguladığımız acımasız sürgün her saniye devam ediyor.