15 Ağustos 2010 Pazar

Rouge



Kasvetli köprüaltlarında, kızıla çalan gün batımlarında, Paris'in tozlu metro tünellerinde, Door'un gözlerinde ve belki de deniz atlarının sallanışlarında aradığım esintiydi bana kırmızımsı görünen, eflatunla arasında kalan tonuydu. Bilemiyorum, ancak bu sabah hiç bilmediğim bir şehrin bilmediğim bir yatağında uyandığımda gördüğüm duvarların rengiydi bu.

Gece boyunca sağanak yağmurun altında saatlerce gidilen yollar, sadece ormanlar ve ovalarla çevrilen düş haritalarında pergeliyle hayallerini çizen gezgin gibi hissettiriyordu kendimi. Camdan bakıp ufuktaki grimsi gökyüzüyle simsiyah yerkürenin birleşimi, çam ağaçlarının keskin gölgeleri zamanda çok gerilerde, paralel zihinlerde kaybolmuş zamanlara yönlendiriyordu tüm bünyemi. Eski çağların iksirleriymişçesine içtiğim içkim boğazımı yakıyordu.

İlerlediğimiz yolun sürekli dönen virajları tavşan deliğine yuvarlanan Alice gibi kendi harikalar diyarıma düşürüyordu beni adeta, midem bulanıyor, meraktan tüm duyularımı kesiyordum nahoşça.

Gittiğimiz kasabada bir başımıza ormanda yürürken, bir kaç yüz tane farklı suratın farklı ruh hallerinde dans ettiği toplu ahlaksızlık ayininde buldum kendimi, her şey çok kırmızının şehvet tonlarında, asiydi. Hünkarca devrilen içkiler, etrafında toplanılan ateş gibi ruha kadar yakıyor, kendimi kaybettiğimi hissettiriyordu.

Sabah kalktığımda gördüğüm duvarlar, demirlere asılmış kızılderili okları, tüyler, posterler dışında hala zihnimi kurcalayan o renk vardı retinamda, o eflatunla kırmızı arasındaki şehvet kirazı.

Yaşadığım bir başka ekşi kırmızı bir şekerleme. Tarçınlı, sürreal bir süzülüş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder