9 Mart 2010 Salı

Silver Haze



Bugün Kadıköy iskelesinde her bir bronşuma kadar içimi donduran bir soğuk vardı, bana göre Mart ayı için alışılmışın dışında bir esintiydi kendisi. Titreye titreye yürürken etrafımı da istemsizce, zevksizlik içinde seyredecek zamanı buldum. "Kadınını (malını)" vedalaşmadan önce duvara dayayıp öpmeye çalışan bir gerzeği, ellerinde iddiaa kuponlarıyla ceplerinde beş kuruş olmaksızın koşturan veletleri, ağzından salyalar akarcasına etraflarından geçen kalçalara dadanan namus bekçilerini izledim. Bu pisliğin içinde gezinirken ardımda bıraktığım hoş, sevimli bir yüzü anımsayıp gülümseyebildim sadece, kimseler bilmiyordu yüzümdeki gülümsemenin nereden geldiğini, ardından ruhumda nerelere gidebileceğini.

Ardımda bıraktığım sevimli yüz neydi peki? O anda yolda trafik ışıklarını bile zar zor görebileceğim kadar parlaktı; neşe ve hüznün içinde bir tebessüm, bir düş müydü? Yoksa benim kendi kendime uydurduğum masaldan bir parça mı..

Belki de hiç biri değildi; o sadece gerçeklikti ve zaman kadar duruydu o "an"da; bir haykırıştı, ela bir fısıltıydı. Damarlarında gözyaşları dolaşan, küçük bir çocuğun patlattığı kahkahaydı. Korkularımdı, aynı zamanda en büyük ümitlerim. Sessiz bir bahardı belki de, veya görmek için yırtındığım kişiliğimdi. Saf bir sesti, bir titreşim. Yıldızlar kadar derin, onlar kadar yalnız ve göz açıp kapandığında yokolacak kadar cılız. Tek dileği özgürlüğü olan bir serseriyken bir okadar da ruhuna hakim bir vals ritmiydi. Kar taneleri kadar sakinken, sağanak kadar hareketliydi..

Gözleri parlak parlak, salyaları içinde gülen bir bebekti o.

4 Mart 2010 Perşembe

An




Bilinç denen mantık ve duygu terazisinin herhalde yegane zaaflarından biri son derece saydam oluşu, öyle ki ardındaki hemen her ışığı geçirebiliyor. Algılarımızı yöneten renklerin ruhumuzdaki yansımaları, bilincimizden nasıl geçtikleriyle son derece alakalı. Hissedilen veya görülen her hangi bir görüntünün; her hangi bir anın ruhumuzda uyandırdığı yankılar, zamanın içinde bir noktaymışçasına sonsuz uzun sürede ve kısalıkta gerçekleşebiliyor. Kurulan bir etkileşimin bünyemizde alınan hazzı bu noktaların kaçının farkında olmamızla alakalı biraz da.

Karşımdaki insanın sohbet anında bir "an" durması, ince, yavaş yavaş göz bebeklerini küçültüp önündeki masada sigarasını kesmesiyle başlayan bir süreçte, canının onu çekişini izlemenin tadı bambaşka oluyor. Önce sakin, durağan bir nefes alıyor ve işlemlerine başlıyor. Konuştuğum kelimelerin o "an" da sigaraya yönelen algılarında oluşmuş duvarlara çarpışlarını, kırıntılar halinde zihninin yerlerine döküldüklerini "an" be "an" izlemek, ellerine sigarasını alıp gözlerini ona odaklayıp çakmağı çakmasını, bundan aldığı minimal ama pek yükseklerdeki keyfi görmek gerçekten de inanılmaz. Zamanın yavaşladığı (bir okadar da hızlandığı) bu tatmin "an" ında kendisinin ilk nefesi çekişini, söylediğim kelimeleri "gerçekten" dinlermiş gibi yapıp bana bakarken gözlerini kısıp zihninden o dumanı geçirişini izlemek, yavaş yavaş dumanı çıkarmasını görmek çok etkileyici. Bahsettiğim olay kolumdaki saat tarafından üç dört saniye olarak belgelense de bilincimde öyle olmayabiliyor. Kendisine ait renkler, ışıklar o sürenin düzleminde düşmüyor, benim yönettiğim bir kırılmayı yaşıyor. Ve nefesini verdikten sonra beni dinlemeye devam ediyor, ben de konuşuyorum..

Peki o konuşurken ben ne mi yapıyorum? Önümdeki sigaraya kaçamak olduğu kadar masum bir bakış atıyorum..